Günümüz işletmecilik anlayışının hızla karmaşıklaşması ve dinamikleşmesi problemlerle karşılaşma olasılığını çok daha arttırmakta ve bu durum da etkin problem çözmeyi, doğru ve hızlı karar vermeyi her zamankinden daha fazla ön plana çıkartmaktadır. Bunun sonucu olarak günümüz iş hayatında çalışanların ve özellikle de yöneticilerin olmazsa olmaz yetkinliklerinin başında iyi bir “problem çözücü” ve “karar verici” olmaları gelmektedir.
İyi bir problem çözücü olmak, problemlere yani “var olan ve rahatsız eden duruma” alternatif çözüm seçenekleri üretmekle; iyi bir karar verici olmak ise üretilen ya da üretilmiş seçenekler arasından çeşitli kriterler çerçevesinde en uygun olanı seçmekle ilgilidir. Dolayısı ile bu iki olgu çoğu insanın karıştırdığı gibi aynı kavramlar olmayıp, oldukça önemli farklılıklar içermektedir. Bu farklılıkların başında karar vermenin büyük ölçüde “analitik düşünce”yi esas almasına karşılık, problem çözmenin ağırlıklı olarak “yaratıcı (creative) düşünce”ye gereksinim göstermesi ve yine “karar verme”nin, problem çözme sürecinin alt sistemi olması gelmektedir.
Sonuç olarak günümüz çalışan ve yöneticileri için her geçen gün artan bir hızla karşılarına çıkan problemleri çözebilmek için öncelikle çözüm seçenekleri üretme ve daha sonra bunlardan duruma en uygun olanları seçme becerisi etkin performans göstermelerini belirleyen temel yetkinlik halini almıştır.
Bu noktada, analitik ve yaratıcı düşünce biçimlerinin ne olduğu ve nasıl kazanıldığı hususu önem taşımaktadır. Analitik düşünce, düşey düşünce olarak adlandırılan ve bir noktadan diğerine anlamlı bir sonuca ulaşana kadar mantıklı düşünme biçimini tanımlamaktadır. Bu düşünce tarzında mantık ön plana çıkar, fikir ve uygulamalar birleştirilir ve düşünce çizgilerinin kesiştiği tek ya da az sayıda çözüme ulaşılır.
Diğer taraftan Edward de Bono’nun kavramsallaştırdığı “yatay düşünce” ise hayal gücü gerektirir; insanı pek çok muhtemel yanıta, çözüme ya da düşünceye götürür. Sorunun tanımından başlayarak onu çözmek için yaratılacak pek çok sonuca ulaşacak biçimde çatallaşır. Dolayısı ile bu düşünce tarzında sıçramalar yapılır, mantıklı bir yol izlenme gereği yoktur, hiçbir yere varılmayacak gibi görünen alternatif yollardan yan geçitlere çıkılabilir.
Gerçekte analitik ve yatay düşünce tarzları birbirlerinin tamamlayıcısı durumundadır. Yaratıcı düşünce son derece geniş (ve bazen de saçma denecek kadar) çözüm alternatifi üretir. Analitik düşünce ise, bunları değerleyip eleyerek uygun olan çözümleri saptamaya yarar. Dolayısı ile ancak bu iki düşünce tarzı birlikte kullanıldığında, problemlerin daha etkin çözümlere kavuşturulması söz konusu olabilecekken, yaratıcı düşünce tarzının genellikle analitik düşünce tarzının içine gömülü kaldığı ve yaratıcı düşünceden yararlanma potansiyelinin dümura uğradığı görülmektedir.
Yaratıcılık (creativite) daha önce aralarında ilişki kurulmamış nesneler ya da düşünceler arasında ilişki kurulması anlamına gelir ve yapılan araştırmalar yaratıcılığın doğuştan gelen ve sabit bir kişilik özelliği olmayıp, geliştirilebilir bir yetkinlik olduğunu ortaya koymuştur. Buradan hareketle, yaratıcı olmayan insan bulunmadığı, ancak yaratıcılığın ve yaratıcı düşünce potansiyelinin bireyin temel değerlerini aldığı aile ortamı, sosyalizasyon sürecinde önemli rol oynayan eğitim sistemi ve içinde yaşanılan kültürel değerlerin çerçevesinde toplumdan topluma, kişiden kişiye değişen ölçülerde ortaya konulduğu söylenebilir.
Genel olarak pek çok toplumda yaratıcılığın ilk baltalanma noktası ailelerin okul öncesi çocuk yetiştirmeye yönelik yaklaşımlarıyla başlar. Çocuklar çok sorgulayıcıdır ve varlığından haberdar olmadıkları için kural tanımazlar. Otobüste bağırarak şarkı söyler, kibritle oynar, masanın üstüne çıkıp dolaşabilirler. En derin bilimsel soruları sorarlar: “ay neden yuvarlaktır?”, “gök niye mavidir?” vb. Batı’lı kültürlerde bu sorular genelde liseye gelindiğinde artık sorulmaz. Türk kültüründe ise neredeyse ilk okulda iken bu tür sorular sorulmaz hale gelir. Eric Berne’nin tanımlamış olduğu çocuk, ebeveyn ve yetişkin tarzlarına dayalı etkileşim modeli üzerinde çalışan Üstün Dökmen, Türk toplumunun baskın etkileşim yaklaşımının “ebeveyn-çocuk” etkileşimi olduğunu güzel örneklerle ortaya koymuştur. Bu yaklaşım sadece yaratıcı düşünceyi değil sorgulamaya dayalı analitik düşünceyi de bloke eden bir anlayıştır. Sorgulamaya, araştırmaya, düşünmeye dayalı “yetişkin-yetişkin” yaklaşımı yerine, itaate dayalı “ebeveyn-çocuk” yaklaşımı doğallığı bastırmaktadır. Bu etkileşim anlayışının hakim olduğu toplumlarda kişinin kendi aklını sergilemesi, “bunu ben yaptım” demesi hoş karşılanmaz. Bir bilene (büyüğe) danışmak ve onun önerilerinin sorgusuz-sualsiz kabulü esastır.
Toplumumuzda çocuk davranışlarını tanımlamada kullanılan “uslu” ve “yaramaz” çocuk ifadeleri bu etkileşim yaklaşımının tipik bir göstergesidir. Yukarıda da belirtildiği üzere çocukluk döneminde henüz toplumsal baskı oluşmadığı için merak, hayal kurma, oyun oynama, soru sorma gibi davranışlar yoğunluktadır. Yaratıcılığı tanımlamada en sık kullanılan kavramların sorgulama, araştırma, düşünme, bulma, yenilik yaratma ve bilgi sınırlarını genişletme olduğu dikkate alınırsa sorgulayan, inceleyen, itiraz eden, kendi fikrinde ısrar ederek kalıpları kırmaya çalışan çocuk davranışlarının önemli bir yaratıcılık potansiyeli oluşturduğu açıktır. Oysa toplumumuzda bu davranışları sergileyen çocuklar ne yazıktır ki yaramaz olarak nitelenmektedirler. Buna karşılık kendine söylenenleri kayıtsız şartsız yerine getiren ve kendisi için çizilen sınırların dışına çıkmayan çocuklar ise uslu (akıllı) olarak taltif edilirler. Us (akıl) kelimesinin pasiflik ve itaat için kullanılmasına karşılık, yaratıcılık potansiyeli taşıyan davranışlara yaramaz nitelemesinin uygun görülmesi, toplumumuzun yaratıcı düşünceye yönelik bakış açısını yansıtmaktadır. Kaldı ki yaygın biçimde kullanılan bazı atasözü ve özdeyişler de bu bakışın tipik göstergeleridir. Örneğin, “söz gümüşse sükût altındır”, “sus küçüğün, söz büyüğün”, “